Tarih sahnesinde önemli yer edinen, önemi o kadar yüksek olan ama
değeri tam bir zıtlıkla o kadar az bilinen Malazgirt savaşının hakkını iade
etmek, itibarını ve önemini tüm kitap ve tarih severlere göstermek amacıyla
yazılan 'Malazgirt 1071' kitabının yazarı Mustafa Alican bey, size bir kez daha
teşekkürlerimi sunuyorum.
√ Rica ederim, ben
teşekkür ederim.
- Malazgirt üzerine bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? Ve bu
kitabı kaleme alırken neyi amaçladınız?
√ Türkiye’nin ve
modern Türk insanının, son yıllarda giderek artan bir ivme ile kendi varoluşunu
meydana getiren tarihî unsurları keşfe yönelik güçlü bir atılım içerisinde
olduğunu söylemek mümkün. Nitekim son yıllarda gerek baskı ve satış rakamları
çok ciddi boyutlara ulaşan tarihî kitap sayısı, gerek izlenme rekorları kıran
tarihî film ve diziler ya da tarihsel konseptlerin kullanımıyla oluşturulan
devasa pazarların bu atılımın bir yansıması olduğunu görmek hiç de zor değil.
Ülkemizde uyanan bu tarih ilgisinin yansımalarını siyasetten güncel hayata
kadar her yerde temaşa edebiliyoruz. Fakat burada bir sorun var: İlgi konusu
olmasını elbette memnuniyetle karşıladığımız tarih, önemli ölçüde Osmanlı ve
Cumhuriyet tarihine dayanıyor. Tarih denildiğinde akla Osmanlı ve Cumhuriyet
tarihi geliyor. Bunun kötü bir şey olduğunu söylemiyorum. Ancak ortada ciddi
bir oransızlık ve orantısızlık sorunu olduğunu da görmemiz gerekir. Bu iki
tarihi de aşan, hatta onları meydana getiren bir Osmanlı-öncesi tarihimiz var.
Bu tarihi anlamadan Osmanlı tarihini anlayabilmek mümkün olmaz. Türkiye’nin,
bugün Türkiye dediğimiz ve üzerinde yaşadığımız coğrafyanın gerek siyasal gerek
sosyolojik anlamda bütünlüklü bir biçimde anlaşılabilmesi, hatta biraz daha
ileri gidelim, bugün hâlen sorun olarak varlığını devam ettiren bazı
meselelerin tarihsel kökenlerinin çözümlenebilmesi için başka bir yol yok.
Fakat bizim tarihe ilgimiz, daha doğrusu toplum olarak tarihe ilgimiz, o
dönemlere kadar henüz ulaşamıyor. Bu ise doğal olarak bazı yanlış kanılara,
fikirlere, yaklaşımlara ve değerlendirmelere sebebiyet verebilir, veriyor. Bu
bakımdan, genelde Osmanlı öncesi dönemin, özelde ise Selçuklu çağının
tarihçiler dışında kalan entelektüeller, örneğin gazeteciler, romancılar,
siyaset bilimciler, sosyologlar ve kuşkusuz siyasetçiler tarafından okunmaya,
tartışılmaya, değerlendirilmeye, incelenmeye ve yorumlanmaya başlanması acil
bir ihtiyaç… Benim çalışmam, sanıyorum genel tarih ilgisinin alan olarak biraz
daha geliştirilmeye çalışılması, Osmanlı öncesi dönemin en önemli dönüm
noktalarından biri olan bir hadisenin tüm yönleriyle ele alınarak belirli bir
anlam çerçevesi içerisinde okunması olarak nitelendirilebilir. Dolayısıyla, kitabımın,
sözünü etmiş olduğum ihtiyaca dikkat çekmeye dönük bir girişim olarak
görülmesini isterim.

-Kitabı okurken, tarih kitaplarında bize anlatılan Malazgirt savaşı ile
ilgili bilgilerin ('Selçuklular destansı bir ordu hazırladı, Bizanslılar ile
Malazgirt meydanında savaş gerçekleşti, Anadolu topraklarının kapısı Türklere
açıldı') tam olarak böyle olmadığına tanık oldum. Siz, bu savaşın tam anlamıyla
anlaşılamamasının nedeni olarak neleri görüyorsunuz?
√ Malazgirt Savaşı
ile ilgili olarak toplumumuzda yaygınlık elde etmiş olan bilgilerin bir
kısmının yanlış olduğu doğrudur. Bunun en önemli nedeni, ulus devlet inşâsı
sürecinde Malazgirt Savaşı’nın kuşkusuz belirli bir açıdan adeta mit haline
getirilmek ve kurucu ilke olarak tasarlanmak istenmesidir. Tarihi bir olayın
mitik bir tasarım nesnesine dönüştürülmesi, o olayın içini boşaltarak tarihsel
anlamını saptırması bir yana, onu tam anlamıyla istendiği ve kurgulandığı bir
olay olarak dönüştürme gibi tehlikeli bir risk içerir. Bizim örneğimizde
meydana gelen de budur. Malazgirt Savaşı, kutsallaştırılmak adına tarihsel
bağlamından koparılmış; esasen bu savaşın ve zaferin kendisinde bulunan özgül
değer belli açılardan yitime uğramıştır. Tarihî olay, arzu edildiği şekilde
yeniden biçimlendirilmiş, bu biçimlendirilme süreci ise onun özünü tahrip
etmiştir. Dolayısıyla; İslâm âleminin yeni temsilcileri olarak Selçukluların
bir savunma refleksi olarak sergiledikleri askerî tavır ile elde ettikleri
büyük zafer, bazen bir saldırı ve ileri harekât olarak sunulmuş, bazen aslında
zaferin elde edilmesinde pek etkili olmayan gayri-müslim Türklerin katılımıyla
elde edilen bir Türk-zaferi şeklinde yansıtılmış, tabir yerindeyse, belli bir
takım yaklaşımlara dayanak yapılmak maksadıyla bükülmüştür. Bunun nedeni, elbette
kaynakların tam manasıyla Türkçeleştirilmemiş olmasının da etkisi bulunsa da,
esas olarak Malazgirt Savaşı’nın kısa ve uzun vadede ürettiği sonuçların tam
anlamıyla değerlendirilememiş olmasıdır. Bu da son tahlilde tarih
anlayışımızın, tarihe yönelik bakışımızın ve tarih denildiğinde aklımıza gelen
şeyin “Osmanlı”dan geriye gidememiş olması ile ilişkilidir. Malazgirt Savaşı,
henüz tarih okumuzun düşmediği bir tarihî coğrafyada cereyan etmiştir. Bu
bakımdan, söz konusu savaşın gerçek anlamıyla idrak edilememesi ile bakışımızda
yer alan eksiklik arasında bağ kurabiliriz. Tarihimize bütüncül ve gerçekçi bir
bakış açısıyla bakmaya başladığımız zaman, sanıyorum, hayati düzeyde önem
taşıyan Malazgirt Savaşı gibi birtakım belirleyici hadiseleri çok daha sağlıklı
bir biçimde anlayabiliriz.

-Şu sıralar devam eden ve Kanuni Sultan Süleyman dönemini anlatan bir
dizi var. Bu dizi hakkında olumlu görüşler olduğu gibi bir o kadar da olumsuz
görüşler mevcut. Siz bir tarihçi gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz?
√ Bir dizi hakkında
olumlu ya da olumsuz bir fikir beyan etmek, özellikle tarihsel nitelikli olsa
da temelde kurgusal bir metni yansıtan bir anlatım formunu yargılamak sanıyorum
benim işim değil… Fakat tarih anlatımı ile ilgili birkaç söz söylemek isterim.
Tarih; roman, şiir, düzyazı vb. çeşitli edebî biçimlerle inşâ edilip
anlatılabileceği gibi, bu, görsel sanatların kullanımı ile de yapılabilir. Fakat
tam olarak kesin bir kanaate sahip olmamakla birlikte, özellikle kurgusal
metinlerde gerçek tarihî karakterlerin kullanılmasından bir tür rahatsızlık
duyduğumun altını çizmeliyim. Bunu bir tür sorumluluk duygusu ile
açıklayabiliriz. Bir Osmanlı hükümdarına yapmamış olması muhtemel şeyleri
yaptırmak bana bir tür dedikodu ya da tabirimi mazur görün, iftira gibi
geliyor. Aklımın bir yanıyla, yanımızda olmayan biri ile ilgili (en azından
olumsuz denilebilecek) tasarruflarımızın vicdanımıza verdiği o korkunç ağırlığı
düşünerek bu cümleleri kuruyorum. Fakat tekrar edeyim, bu konudaki kanaatim net
değil, hatta aksi yönde ikna edilmeyi bekliyorum. Sorunuza gelince; işaret
ettiğim noktayı şerh düşmek koşulu ile kurgu-sanatsal bir metin ile ilgili
(olumlu ya da olumsuz) değer yüklü bir değerlendirmede bulunmayı doğru
bulmuyorum. Bu tür diziler tarih sayılamaz, dolayısıyla doğru ya da yanlış
olarak da nitelendirilmemeleri gerekir. Fakat mevcudiyetlerine yönelik herhangi
bir saldırının da asla tasvip edilemeyeceğini, bu tür projelerin yeni
tartışmalara, konuşmalara ve incelemelere vesile olmaları açısından son derece
önemli işlevler üstlendiklerini düşündüğümü de not etmek isterim. Ne tür bir
etki uyandırırsa uyandırsın, hiçbir ilmî ve sanatsal etkinlik linç edilmemeli,
zihin açıcı tartışmalara konu kılınarak dekontstrüksiyona tabî tutulmalıdır.
Saldırı olarak addedilen tavra yönelik en mantıklı refleks, en fazla söz konusu
tavrın metodolojisini kullanma yöntemi olmalıdır.
-Tarih kitapları dışında okuduğunuz-beğendiğiniz-takdir ettiğiniz
yazarlara/kitaplara kimleri-neleri örnek gösterebilirsiniz?
√ Kendilerini beğeni
ile okuduğum ve yazdıklarına hayranlık duyduğum bazı yazarların başında Orhan
Pamuk geliyor. Pamuk’un özellikle Kara Kitap ve Kar isimli kitaplarının başucu
kitaplarım olduğunu söyleyebilirim. Bunlar dışında merhum Oğuz Atay’dan
Tutunamayanlar’ı, Yusuf Atılgan’dan Aylak Adam’ı, Mehmet Eroğlu’ndan Adını
Unutan Adam’ı sayabilirim. Yine ortaçağ tarihçiliğinin pîri olan büyük romancı
Umberto Eco, Lawrence Durrell ve Haruki Murakami’nin romanları; Nietzsche,
Cioran ya da Albert Camus’nün veya yakın dönemlerde coğrafyamızın yetiştirdiği
en önemli düşünce adamlarından biri olduğunu düşündüğüm Dücane Cündioğlu’nun çok
köşeli metinleri bir çırpıda sayabileceklerim…
-Romanos Diogenes ve Sultan Alparslan'ın hazin sonu... Tarihte bu
denli yüksek hükümdarların bu denli basit bir şekilde ölmeleri gerçekten
ilginç. Sultan Alparslan kendi ölümünün nedeninin de farkında. Sizce de tarihte
kibir ve gurur hazin sonları peşi sıra getiriyor mu?
√ Bunun ilginç ve
cevap verilmesi çok zor bir soru olduğunu söyleyerek başlayayım. Öncelikli
olarak şu hususun altını çizmek gerekir: Tarihî kişiliklerin, örneğin büyük
sultanların ya da hükümdarların bazen beklenmedik bir biçimde ölmeleri bizleri
şaşırtsa da, esasında ölüm böyle bir şeydir zaten. Bugün de böyledir, geçmişte
de öyleydi. Aniden gelir insanlara; herhangi bir zamanda ve herhangi bir vesile
ile… Bizim dehşet verici bir savaş esnasında savaşarak ölmesini beklediğimiz ve
belki de gizliden gizliye öyle olmasını arzuladığımız, kendisine böylesi bir
ölümü yakıştırdığımız bir kahraman bir anda hastalanarak ölebilir. Başarılı bir
formula pilotu sıradan bir trafik kazasında, şampiyon bir yüzücü basit bir
havuzda hayatını kaybedebilir. Alparslan’ın kendi durumu ile ilgili yargısını
gerçek anlamda onun hayatını kaybetme nedeni olarak değil, bizatihî kendisinin
bir hayat yorumu olarak görmek gerekir. Öyledir çünkü… Tarih, somut olguların,
nedenlerini ve sonuçlarını takip edebileceğimiz vakıaların bilgisidir; gururun
ve kibirin ölüme neden olabileceği şeklindeki bir yargı, tarihsel olmaktan
ziyade ahlakî ya da metafizik bir değerlendirme olur. Bununla birlikte, gururun
ve kibrin insanların tedbirli davranmaktan uzaklaşmalarına neden olabileceğini
ve böyle bir durumun ise onların ölümüne sebebiyet verebileceğini
söyleyebiliriz. Fakat “hazin sonun” sebebi burada gurur ve kibir değil, gurur
ve kibirden kaynaklanan tedbirsizlik olur, bu noktayı gözden kaçırmamak
gerekir. Son tahlilde diyebiliriz ki, kibir ve gururun hazin sonları
beraberinde getirdiği yargısını en azından tarih disiplini açısından veremeyiz.
.jpg)
-Ve son sorum.. Malazgirt Savaşı’nın anlam ve önemini kitlelere
ulaştırmasını sağlayacak kitaplar dışında nasıl bir proje geliştirilebilir
sizce?
√ Anadolu coğrafyasının İslâmlaşması ve bir süre sonra da Türkiye olarak anılmaya başlaması ile sonuçlanan sürecin başındaki belirleyici
tarihî hadise olarak Malazgirt Savaşı’nın yeterince ve elbette lâyıkıyla bilinmediği
hususu sır değildir. Bilindiği kadarı da maalesef çok dar ilmî çevrelere
münhasırdır. Dolayısıyla sizin de altını çizdiğiniz gibi, bu savaşta ve zaferde
bulunan kolektif anlamın kitlelere ulaştırılması yönünde temel bir gereklilik
olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu nasıl olacaktır? Elbette teknoloji
aracılığıyla… Örneğin, öncesi ve sonrası ile ele alındığında Malazgirt Savaşı
öyküsünden muhteşem bir senaryo oluşturulabilir. Büyük bir gişe başarısı da
elde etmesi çok muhtemel olan iyi bir prodüksiyona sahip kaliteli bir sinema
filmi çekilebilir. Tiyatro, opera vb. sanatsal etkinlik alanları da bu ve bunun
gibi bir çok tarihî hadisenin ülke ve toplum gündemine taşınabilmesi için ciddi
bir değer üretebilirler.
Teşekkür ederim.